Wiesbaden DİTİB Merkez Camii
Din Görevlisi Fuat KESKİN'in Mirac Kandili'ne özel yazisi
Malumlarınız Mübarek Recep ayının 27.gecesi (16 Haziran2012 Cumartesi gününü 17 Haziran 2012 Pazar gününe bağlayan gece) Miraç Kandilidir.Bu vesile ile Sizlerin,efrâd-ı ailenizin ve sevdiklerinizin Kandilini en kalbi duygularımla tebrik ederim.Yüce Allah dualarımızı dergahında şimdiden kabul eylesin.Bu mübarek gün ve gecelerin feyz ve bereketinden istifade etmeyi hepimize nasip eylesin.
Allah yar ve yardımcımız olsun.
Selam ve muhabbetlerimi arz ederim...
raç
- Miraç Ne Demektir?
- Miracı Nasıl Anlamak Gerekir?
- Miraç Nasıl Gerçeklesir?
- Peygamberin Miracı Nasıl Olmustur?
- Niçin Miraç Edilir?
MIRAC Ne Demektir?
Kelimenin lügattaki
karsılıgı: Hazret-i Peygamber’in Allah’la görüsmesi; Ruhun
yükselmesi;
Merdiven’dir. Miraç, tasavvufi bakımdan farklı cümlelerle tarif edilebilirse
de,
kısaca: “Insanın
kemalâtının yükselmesi” olarak anlasılır.
Miraç, kabaca: göge
çıkmak, kanatlanmak, her tarafa ulasmak olarak tarif edilse bile,
esası; kâinatı
kapsayacak sekilde küresel bir genisleme ve kâinatı kafanın içine sıgdırma
olayıdır. Bu da,
kisinin; basiret adı verilen akıl ve nur gözlerinin açılması ve kendini
kâinatla bir
noktada toplaması veya baska bir deyimle, içindeki kâinatı müsahede
etmesi demektir.
Bir insan için
miraç, ilahi âleme uruc etmek demektir. Uruc denince çok kimse bunu
kanatlanıp, uçmak
zanneder. Halbuki, bu uçma, insanın fikirlerinin yükselmesi,
yücelmesidir.
“Tuttu dostum
elimden aldı beni
Dünyaya gelmek
hüner degildir”
ifadesi de aynı anlamdadır. Buradaki
yükselme de fikren, yani düsüncelerin güzellesmesi
seklinde olacaktır. Bu husustaki
yanılma; sema kelimesiyle neyin kastedildiginin
bilinmemesinden ve semanın gökyüzü
olarak algılanmasından kaynaklanır. Gökyüzü;
fezadır, yokluktur, sema ise; insanın
zekâ ve fikir âleminin yüksek seviyeleridir.
Yükselinen sema budur. Zaten, biz de
oradan geldik.
Miraç etmek, ilim semasında
yükselmektir. Zahir ulemasının dedigi gibi göge çıkmak
degil... Onların anladıgı sema,
insandaki semanın yansımasıdır. Çünkü, çok mükerrem
olarak yaratılan insandır, kâinat
degil... Buraları bu sekilde anlayamayanlar, bu konuda
hiç bir seyi dogru dürüst anlatamazlar.
Miracın, enfüsî ve âfakî olanı vardır.
Enfüs te, âfak ta Allah’ın olduguna göre, uruc eden, miraç eden Allah’tır.
O’ndan baska mevcut olmadıgına göre: “Bugün dininizi
tamamladım” <5-3> Allah’tan
olmustur.
Enfüste, zuhur karsılıklı olursa;
mürsit, mürit arasındaki alısveris meselesi ortaya çıkar
ki, bu da Mescid-ül Haram ve Mescid-ül
Aksa iliskisine benzer. “Hakiki uruc; mürsid-i
kâmilin kendi âzâ ve kuvâsında
seyrinden ibarettir” dense, yanlıs bir sey söylenmis
olmaz. Çünkü, onun kâinatı: “Kâinat bir
ceset ruhu Mevlâna” mısraındaki gibidir. Iste,
miracın en kısa açıklaması budur.
Miracı Nasıl Anlamak
Gerekir?
Miraç keyfiyeti, akılla kolayca
ögrenilebilecek ve anlasılabilecek bir sey degildir. Çünkü,
zahir ulemasının dedigi gibi, bir uçma
olayı degildir. Miraç; insan düsüncelerinin iyice
berraklasması ve ruh halini alması
demektir. Düsünce, bu hale gelirse insan uçabilir.
Katılık âlemindeki insan, yaptıgı
madeni uçakları uçurabilir, hatta kendi de onların içine
girip uçabilirken, tamamen latif hale
gelmis olan ruh uçmaz mı? Tabiatıyla uçar. Bunu,
suyun buz olarak kaldıgı sürece
uçamamasına, ama kaynatılıp, buhar haline
getirildiginde uçmasına benzetmek
mümkündür. Insan da ruh haline gelebilirse, kolayca
uçabilir. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan
ruh nereye gider? Kendine uyum saglayan yere
gider ki, bu da aynı uyumu saglayan
kimselerdir.
Allah: “Insanı güzel surette yarattık”
<95-4>, “Sonra onu asagının asagısına attık”
<95-5> âyetleriyle: “Sizleri
latif âlemin malı olarak yarattım, sonra en alt mertebe olanbu katı âleme
attım” dedikten sonra, bize: “De ki biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na
dönecegiz” <2-156> dedirtmek
suretiyle de tekrar bu merdivenleri çıkıp, o âleme
gidecegimizi bildirmektedir. Bu kesafet
âleminde aslınızı unuttugunuz için, bildirici
göndererek ne oldugumuzu ögretmekte,
çıkarken zorluk çekmememiz için de: “Ölmeden
evvel ölünüz” diye ilave etmektedir.
Kâinat bir cesettir. Içinde yasayan
insandır, biziz!.. Her taraf bizimdir. Onun için, bir
anda Hakk’a ulasabiliriz. “Biz
âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz ki onların hak
oldugunu açıkça görüp anlayabilesiniz”
<41-53> âyeti geregince enfüs te, âfak ta O
olduguna göre, nasıl kendinden kendine
miraç etmez? Miraç, merdivendir. Bu
merdivenin en üst basamagına
(mertebesine) çıkan da, en alt basamagına inen de
Kendi’dir.
Biz asagıdan yukarıya mı çıktık,
yukarıdan asagıya mı indik, yoksa ikisi arasında mı
kaldık? “Sonra iyice yaklasıp sarktı”
<53-8>, “Araları iki yay kadar veya daha az kaldı”
<53-9> âyetine göre biz; yukardan
asagıya, letafet âleminden kesafet âlemine geldik.
Daha önce letafet âlemindeydik.
Latif âlemde, beseriyetin aklının
erdigi yerlere birer isim konmustur. Ama daha ötesini
Kendi’nden baskası bilmedigi için,
onlara “Ilahi âlemler” denip geçilmistir. Beseriyetin
idrak edebildigi yerlere mertebe
denmistir. Bunlardan en asagıda olanı Nasut’tur. Bunun
özeti de insandır. Bu bes mertebenin
besi de insandır. Bes vakit namaz konmasının
nedeni de, bu bes mertebeyi
anlatabilmektir. Bes mertebeyi hatmeden insan, uruc edip,
geri dönmüs, yani miracını tamamlamıs
ve geri döndügünde de: “Beni gören O’nugördü” demeye
hak kazanmıstır. Allah herkese nasip etsin!...
Miraç, enfüsle
âfakın birlesme noktasıdır ki, buna biz: “Cem noktası” diyoruz. O noktada,
kisinin kendinden
eser kalmamıstır. Sadece O vardır ve O da bir nokta halindedir ki,
Hazret-i Ali’nin:
“Kâinatın özeti” diye nitelendirdigi Nokta-yı tahtelbâ budur. Onun: “Bu
noktada kâinat
dürülüdür” dedigi, dürülü olan sey ise, akıl nurudur.
Insan, aklını
gelistirdikçe uruc eder. Urucun sonuna miraç (Cem noktası) denir. Bundan
sonra tekrar avdet
edilir. Miraçtan dönmüs olanlara: “Mercu” denir. Rücu, yükselen akla
“Geri dön” emri
verilmesi demektir. Urucun basındaki ayın harfi, rücuda sona geçmistir
ki, bu aynen
yürüyüs yapan askerlere “Geri dön” emri verilmesi gibi bir durumdur. Uruc
ve rücu
kelimelerindeki harfler aslında birer insandır ve kelimeyi meydana getirebilmek
için
sıralanmıslardır.
Uruc ve rücu,
birbirinin zıttıdır, ama bu zıtlık sonuçta aynı kapıya çıkar. Zıtlıgı, urucun
basındaki ayın
harfinin miraçtan sonra sona geçmesinden dolayıdır. Ama, urucun râ’sının
rücu’da basa
geçmesi, neticede her ikisinin de aynı noktada bulustugunun
göstergesidir. Bu
durumda rücu, miraçtan sonrası için geçerlidir ki, bu da: “Her çıkısın bir
inisi vardır”
kuralının geregidir.
Miracı dörde
ayırmıslardır. Piramidin tepe noktası Allah’tır. Arapça’da Allah kelimesinden
bir elif
kaldırıldıgında lillâh olur, lillâh’tan bir lâm kaldırılırsa lehû, ondan bir
lâm daha
kaldırılırsa da
geriye Hû kalır ki, bunlar da mertebelerdir demistik.
Miraç; aslına
kavusup, aslında fenâ bulmak olduguna göre, her canlının, hatta cansız
diye nitelendirdiklerimizin
bile bir miracı vardır. Yani her canlının amacı, kendini kendinde
bulmaktır. Örnegin:
Bir bugdayı ele alalım. Ektigimiz zaman önce alaz verir. Sonra o alaz
sararıp, kururken
sap çıkar. Sap ta büyür, tanelerini meydana getirir, sararır, koparılıp,
ögütülerek
tanesinden ayrılır. Sapı da saman olur. Böylece, bugdaydan tekrar bugday
meydana gelmesine:
“Bugdayın miracı” denir.
Cansız farz
ettigimiz bir seyin miracına örnek olarak, su sehpayı ele alalım. Bu sehpa,
sehpa olmazdan önce
suntaydı. Daha önceleri de sırasıyla; kalas, kütük, tomruk, agaç,
fidan, ve nihayet
gayb-ül guyûb, yani bir tohumdu. Tohumun ne oldugunu, ancak
meydana çıkıp, agaç
olduktan ve meyvesini verdikten sonra, çekirdegini görünce
anlayabiliyoruz.
Iste bir sehpanın dahi geriye gidilerek aslına kavusturulması olayı bir
irfaniyet, yahut
sehpa için miraçtır.
Keza, bir tohumun
yere düsüp, filizlenmesi, gelisip, agaç olması, meyve ve tekrar tohum
vermesi de, onun
miracını tamamlaması, yani namazını kılıp, Fatiha’sını okuması, yahut:
“Bugün dininizi
tamamladım” <5-3> demesi demektir. Bu kural insan da dahil olmak
üzere her sey için
geçerlidir. Ancak, insanda digerlerinden farklı olan tarafı, bilinçli
olmasıdır. Çünkü,
insan, mevalid-i selâseden geçerek insan halini almıstır. Biz de evvela
tas âlemindeyken,
oradan bitki, sonra hayvan ve daha sonra insan âlemine geldik. Bu
âlemde de yine
gıdamız topraktan, yani birinci mertebeden gelmektedir. Bu ilk mertebe
adeta anamız
gibidir. Hem bizi meydana getirmistir, hem de gıdamızı saglamaktadır.
Tıpkı annemizin
bizi dogurup, kendi sütüyle beslemesi gibi...
Miracın insanda
farklı oldugunu söyledik. Bu farklılık insanda akıl nuru ve idrak melekesi
olmasından
dolayıdır. Insan mertebe-i cem’de Kendi’ni bulur, ama Allah, onu tekrar
kalıbına döndürür.
Bu ikinci dönüs, bilinçli bir dogustur ve kalıp ta artık eskisi gibi
bilinçsiz bir kalıp
degil, bilinçli bir kalıptır ki, buna tasavvuf dilinde: “Ruh-u Izafi”
denmektedir.
Tasavvuf dilinde,
dünyaya gelis keyfiyetine: “Kavs-i nüzulî” denir. Efendi’nin yaptırdıgı
miraca: “Kavs-i
urucî” adı verilir. Miraçtan sonra kalıba dönmeye ise: “Kavs-i hubutî”
denir, çünkü bu
bilinçli bir dönüstür. Eger kavs-i hubutî gerçeklesmez ve kavs-i urucî’nin
tepesinde
kalınırsa, o zaman, “Meczubiyet”ten bahsedilir. Cem mertebesinin tezahüratı
olan bu davranısın
nedeni; bu mertebede halkıyet olmaması ve kisinin mahviyette
kalarak, sahv’a
ugraması, böylece de insanlık âlemindeki durumunu kaybedip, Allah’ın
istedigi sekilde
yasar hale gelmesidir. Kisi sonunda sahva gelir, insanlık âleminde uyanır
ve kendini bilirse,
yani insanlık âlemine geri dönerse, o zaman, ricat ettigi için: “Seyh-i
Mercu” diye anılır.
Daha sonra yine gidilecektir. Zaten hayat gelip, gitmekten ibaret degil
midir?
Geri dönüsün amacı;
birini daha uyandırıp, yukarıya kaldırmaktır ve bu isi yapmak, o
kisinin görevidir.
Böyleleri, etraflarında toplananları uyarıp, ilmen en yüksek mertebelere
kadar çıkarırlar.
Ama, bu çıkıs ilmendir. Içlerinden Allah’ın takdir ettigi bir veya bir kaçı,
ögrendiklerinin
içinde yasayarak: “Oldum” degil, “Öldüm” diyebilir.
O halde miraç: Daha
sonra hakikat bahsinde teferruatlı olarak anlatacagımız, akreple,
yelkovanın üst üste
gelip, birlesmesi olayıdır. Onun için Peygamberimiz’e miracında: “Dur
yâ Muhammed Rabb’in namaz kılıyor”,
yani “Namaz kılan sen degilsin, benim” denmistir.
Bunun üzerine de: “Allah ve melekleri
peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler ona
salât edin, selâm verin ve teslim olun”
<33-56> âyeti gelmistir. Bu duruma göre namaz;
yatıp, kalkmak degil, Allah’a teslim
olmak demektir.
Miraç Nasıl
Gerçeklesir?
Miraç, Allah isterse kevni de olabilir.
Ama, genel anlamıyla enfüsi, yani iç âlemi
ilgilendiren bir keyfiyettir. Çünkü,
miraç eden gönüldür.
Miraç olayını bir balonun yükselmesine
benzetebiliriz. Balonun yükselmesi için safrasının
atılması gerekir. Agırlıklar atıldıkça
balon yükselir. Insanda safraya karsılık neyin
atılacagını buraya kadar ögrendik.
Balonun inmesi için de havasının bosaltılması gerekir.
Bu inise de: “Hubut” denir.
Miraç; insanın düsüncelerinin
yükselmesi, hubut ise; inmesi demek oldugu için: “Âdem
cennetten hubut etmistir” denir. Bunun
anlamı; düsünceleri, yüksek âlemden, asagı
âlemlere, yani cennetten dünyaya
inmistir demektir. Burada insanın aklına: “Cennet
neredeydi” sorusu takılır. Cennet, onun
düsüncelerindeki varlıktaydı. Âdem o varlıktan
uzaklasıp, dikkatini kendi bedenine
çevirince, Allah’tan uzaklasmıstır
Uruc ve miraçta beden yoktur. Eger
olsaydı, Âdem, cennetteyken de bedenini görüp,
örtünme zorunlugunu hissederdi.
Uruc ve hubut
kelimeleri birbirinin zıttıdır. Arapçada aynı anlamı içeren diger iki kelime:
Suûd ve Nüzul’dür.
Bunlar da çıkma ve inme anlamlarına gelir, ama uruç ve hubuttaki
çıkıp, inme
bilinçli oldugu halde, suûd ve nüzuldeki çıkıs ve inis bilinçsizdir. Onun için
Peygamberimiz miraçtan
sonra hubut etti denir, nüzul etti denmez. Buna karsılık Kur’an
nazil olmustur,
yani bilmeyenlere inmistir.
Uruc dedigimiz
yükselme; ruhun tealisiyle, yani bedenden çıkıp göge yükselmesiyle
degil, iç âlemde
gerçeklesir. Kisi, ilmini ne kadar genisletirse, mertebesi de o kadar
yükselir.
Bu durumu,
askerligi misal vererek basit bir sekilde anlatmak mümkündür. Asker
denince, erden
generale kadar tümü askerdir, ama er ile general aynı mıdır? Tabii,
degildir. Çünkü
general, er gibi ferd-i müfred (basit bir birey) degil, ferd-i camidir, yani
binlerce ere bedel
bir ferttir. Iste, insan da, bilgisi arttıkça, Allah’ın lütf u keremi ile daha
yüksek rütbelere
ulasır ve ferd-i cami halini alır. Miraçtaki bu yükselme, küresel bir
genisleme
seklindedir. Bu nedenle, miraç etmis bir kimse her seyi kapsadıgı için,
kendisine sorulan
her soruya cevap verebilir.
Bunu anlayabilmek
için kitap okumak yeterli degildir. Bizzat yasamak gerekir. Onun için
bir siirimde:
“Hakk bilinmez ger okunsa bin kitâb
Mutlaka mürsit gerek, eyle sitab”
diye yazmıstım.
Herkesin miracı birbirinden farklıdır.
Bu kural, peygamberler için de geçerlidir, salikler için
de...
Âdem’in miracı; Nuh’un, Ibrahim’in,
Yunus’un veya Musa’nınkiyle aynı degildir. Âdem;
aglayarak, Nuh; tufanla, Ibrahim; atese
atılmakla, Musa; Tuvâ Vâdisi’nde basından
geçenlerle, Yunus; balık karnında,
Yusuf ise; zindanda kalmakla miracını tamamlamıstır.
Onun için, kimsenin sülûkî miracı da
bir baskasınınkine benzemez. Herkesin miracı
kendine hastır.
Kitaplarda, Peygamberimiz’in, miraçta
Allah’la doksan bin kelam ettigi yazılıdır. Namazın
da, Peygamberimiz’in miraçtan
dönüsünden sonra kondugu bilinmektedir. Buralar isin sır
noktalarıdır ve ancak yasayanlar bilir.
Bu sırları açıklamaya kalkanlardan, hayatını
kaybedenler çoktur. Çünkü, bunları
yasamayanların anlaması ve kabullenmesi
imkânsızdır. Bu nedenle ehl-i
tasavvufa, kendilerini saklamaları tavsiye edilir. Kime
nasipse, onlar baglanırlar. Bütün
varlık Allah’ındır ve O’ndan baska varlık yoktur. Bu
nedenle kimse kendine varlık vermemeli,
“Oldum” dememelidir. Kula yakısan olmak degil
ölmektir. Olmak, Allah’a yakısır.
Allah, bazı noktalar için: “Sırdır” demisse, bize bu sırrı saklamak düser.
Açıklarsa, O açıklar.
Birbirine zıt olan dört unsur insanda
birlesmis ve hayatı meydana getirmistir. Örnegin:
su ve ates birbirinin etkisini yok
ettigi halde, insanda böyle olmamakta, su atesi
söndürmemekte ve: “Zıtlar birlikte
toplanamaz” kuralına ragmen insanda
birlesebilmektedir. Çünkü, “O iki
denizi birbirine kavusmak üzere bırakıverdi, aralarında
birlesmelerini engelleyen bir berzah
vardır” <55-19, 20> âyeti, âfaktaki gibi, enfüste de
caridir. Bu etki sonucu insanda; nese,
zevk, bahtiyarlık, derman, genislik, inançlılık
ortaya çıkar ve kisiyi; “Kendimden
baskası yok” düsüncesine götürür. Ancak bu
düsünce, ferdin yok olup, Hakk’ın baki
kalmasını müncel olur. Geriye sadece Hakk
kalınca, her sey yerli yerine oturur,
her seyin hakkı verilir. Neticede, insan, burada da
eski âlemindeki nesesini bulur. Iste:
“Kalple ikrar, dille tasdik” dedikleri budur.
Kalp; âlem-i gaybe, lisan ise; âlem-i
sühuda ait oldugu için, kalben ikrar; kâlû belâ’daki
hali, lisanen tasdik te; bu âlemdeki
hali kabul ve onaylama anlamına gelir ki, bu: “O öyle
bir Allah’tır ki kendinden baska ilâh
yoktur, gaybı ve asikârı bilir, o rahmanürrahimdir”
<59-22> âyetinin sırrına ermis
olmak demektir. Anlamı: “Rahman ve Rahim’i dısarda da
müsahede ettik ve kâlû belâ’dakinin
aynı oldugunu gördük”, yahut: “Içimizdeki kâlû
belâ’yı dısımıza çıkarttık” demektir.
Böyle yapmakla: “Allah’a itaat edin, Resul’üne de
itaat edin” <64-12>
gerçeklestirilmis, yani hem içteki Allah’a, hem de bu âlemdeki
Peygamber’e secde edilmis olur ki,
namazda secdenin çift olmasının nedeni budur.
Kur’an’da da, kelime-i tevhit: “lâ
ilâhe illallah muhammeden resûlullah” (Allah’tan baska
ilah yoktur, Muhammed O’nun resûlüdür)
söylenmeden, yani Muhammed’i kabul
etmeden, selamete çıkmanın veya
Müslüman olmanın mümkün olamayacagı
belirtilmektedir.
Miraç konusunu, ehl-i seriatın ve kendisi
miraç etmemis ehl-i hakikatin, tam anlamıyla
bilip, kavraması
mümkün degildir. Bu nedenle bir kısmı bedeniyle uçtu derken, bir kısmı
ruhuyla uçtu diye
açıklamaya çalısırlar. Allah, hem madde, hem mana âlemine hakimdir
ve hâdistir. Ind-i
Ilahi’de (Allah’ın indinde) “Kün” dedigi anda, manadan madde
yapmaktadır. Bu
olayı: “Yoktan var etti” diye anlatmaya çalısmak hatadır. Çünkü, yoktan
var olmaz. Var
olan, manada var olandan meydana gelmistir. Bu isin göz açıp
kapayıncaya kadar
bir süre içinde oldugunu Allah, Peygamberimiz’e miraçta göstermistir.
Bunu akılla izah
etmek ve akla kabul ettirmek mümkün olmadıgı için tevile gidilir. Hazret-i
Ibrahim’in atese
atılması olayı da bunun gibidir.
Herkes, nasıl olsa
geldigi yere dönecektir. Bu isin bu âlemdeyken olmasına “Miraç”
denir. Çünkü gidip,
yine geri gelinmektedir. Bunun gerçeklesebilmesi de nasip
meselesidir. Nasıl,
ersiz ordu olmazsa, avamsız cemiyet olamayacagını da kabul etmek
lazımdır.
Bir insanın
miraçtan, miraç ettiginden bahsedebilmesi için; önce uruc etmesi, sonra da
daireyi
tamamlayarak, ilk baslangıç noktasına dönmüs olması gerekir. Zaten seyr-i sülûk
denen de bu, yani
bir noktanın devrini tamamlayıp, daire seklinde görünmesidir. Buna:
“Hayat-ı ebedi”
denir.
Hepimiz,
milyonlarca yıl önce bir noktaydık. Geldik ve yine oraya gidiyoruz. Bu gelis,
gidisi: “Hayat”
dedigimiz bu kısa süre içinde kafamızda gerçeklestirebilirsek ne mutlu
bize... Lahût,
melekût, ceberût denen âlemler bu devran esnasında geçilen âlemlerdir.
Nokta diye
bahsedilen varlık ta, insandan baska bir sey degildir. “Adını Âdem koyup,
emretti secde
Âdem’e” dedigim de bu noktadır.
Peygamberin Miracı
Nasıl Olmustur?
Miraç keyfiyeti
Kur’an’da: “Kudretimize ait bazı âyetleri göstermek için kulunu gece vakti
Mescid-il Haram’dan
etrafına bereket verdigimiz” <17-1> ayetiyle baslanarak anlatılır.
Burası çok
mühimdir. Çünkü, miracın; iç âlemle, dıs âlemin vahdeti (birlesmesi) oldugunu
ifade eder. Rüyet,
bu keyfiyetin sonucudur.
Iç âlem, yani gönül
âlemi çok genis, buna karsılık dıs âlem çok dardır. Iç âlemin özeti;
Kalb-i Muhammedî,
yani Mescid-ül Haram’dır. Bunun âfaktaki karsılıgı ise Mescid-ül
Aksa’dır. Enfüs te,
âfak ta kendisi oldugundan, miraçtaki gezinti de kendinden kendine
olmustur.
Hazret-i
Peygamber’in miracı, kendi vücudunda dolasmasıdır. Kâinat onun vücudu
(bedeni), enfüs te
kendi ruhu oldugundan, bu ikisinin birlesmesi O’nun miracı olmustur.
Bu yüzden kendisine
sorulan tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap verebilmistir.
Kâinatla, ruhun
vahdetine Hakk denir. Bunu: “Enfüsle âfakın veya kâinatla insanın
vahdeti Hakk’tır”
diyerek de ifade edebiliriz. “Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz
ki onların hak
oldugunu açıkça görüp anlayabilesiniz” <41-53> âyeti bunu ifade eder.
Bizim buraları
anlayamayısımızın nedeni, ayrı görüyor olmamızdır. Bedenden
kolaylasıverir.
Miraçta Hazret-i
Peygamber’in görüstügü peygamberler, O’nun geçtigi mertebeleri ifade
eder. Her mertebe
bir insanın hasroldugu basamaktır. Insan ancak o basamakları
tırmandıktan sonra
aslına kavusabilir. Onun için salikler de, egitimleri süresince sabırlı
olup, her mertebenin
hakkını vererek ilerlerler. Kimse bir anda bir yere ulasamaz.
Peygamberimiz
miracında Allah’ı görmüstür. Onun için Mevlid’te de:
“Asikâre gördü
Rabb-i izzeti
Ahirette öyle
görür ümmeti”
denmektedir. Bu
ifade, biz ahirete gidinceye kadar beklemeden, dünyayı ahiret yaparak
bu âlemde de
Allah’ı görebiliriz anlamına gelir. Bu nasıl olur? “Ölmeden evvel ölünüz”
kuralını
gerçeklestirerek...
Zahir uleması, “Sen
olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”ı söylemelerine
ragmen bunun ne
ifade ettigini tam ve dogru olarak anlayamadıkları için, miracı da
kavrayamazlar. Isin
esası, O’nun kendi kendineyken, kendinde gezmesidir. Çünkü,
kâinat, O’nun, yani
Hazret-i Peygamber’in cesedi durumundadır. Onun için de miraçta,
kendi ruhu kendi
cesedinde dolasmıstır. Eger böyle olmasaydı: “Ben Âdem’in
hamurunda vardım”
diyebilir miydi?
Var olan, ruh olan
O’dur. Kâinat ise, O’nun cesedidir. Cismen kendinde buldu, ayna olup,
uyandı ve yine
kendi kendine ayna oldu. Bana bunu rüyamda:
“Ayinedir bu
âlem her sey Hakk ile kaim
Mir’at-ı
Muhammed’ten Allah görünür daim”
beytiyle
anlattılar. Onun için miraç: Kendi’nin Kendi’ne ayna olması ve Kendi’ni Kendi
aynasında
görmesinden ibarettir ki, bunu da bir baska siirimde:
“Kendini
kendinde bulur
Mutlak iken
nokta olur
Âdem imis mazhar-ı
Hakk”
diyerek anlatmaya
çalısmıstım.
Iste, zahir
ulemasının anlayamadıgı ve anlayamadıgı için de hem inanıp, hem
inanamadıgı miraç
olayı budur. Bunu anlatmakta zorluk çekislerinin bir nedeni de, bana
da söyledikleri
gibi: “Aman, daha ileri gitme kâfir olursun” korkusudur. Halbuki, her sey
O’dur, Kendi’dir.
Nasıl biz istedigimiz anda kendi bedenimizde geziyor, istedigimiz yeri
kasıyor veya
oksuyorsak, O da aynı seyi yapmıstır. Yukarda anlattıgımız sakk-el kamer
olayı da bunun
gibidir.
Peygamberimiz’in, miracını
seriat kitapları özet olarak:
“Bir gece
yattıktan sonra Cebrail geldi. Gögsümü yardı. Kalbimi çıkardı. Temizledi. Içine
iman
doldurup tekrar
yerine koyduktan sonra ‘Bunun adı Burak’tır’ diyerek bir binit getirdi. Ben
bunun üzerine
bindim ve Cebrail’le beraber yükselerek semaya ulastık. Semanın her
katında, davet
edilip edilmedigim sorulduktan ve Cebrail her seferinde edildigimi söyledikten
sonra, birinci
semada Âdem, ikinci semada Yahya ve Isa, üçüncü semada Yusuf, dördüncü
semada Idris,
besinci semada Harun, altıncı semada Musa, yedinci semada Ibrahim ile
karsılasıp
selamlastım. Daha sonra, bana, ötesine kimsenin geçemeyecegi sidre-i münteha,
dört nehir ve
Beyt-i Mamur gösterildi. Bana sarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. Ben
süt dolu olanı
aldım. Sonra bana günde elli vakit namaz emrolundu.
Dönüste Musa ile
karsılastıgımda ne emrolundugunu sordu: Söyledim ve bana bunun çok
oldugunu
azaltılmasını istememi söyledi. Önce kırka, sonra sırasıyla otuza, yirmiye, ona
ve
nihayet bese
inmesini Allah kabul etti. Musa daha da azaltılmasını iste dediyse de ben,
artık
yüzüm olmadıgını
söyledim ve günde bes vakitte kaldı.”
diyerek
anlatmıstır.
Zahir ulemasının
miraç hakkında anlattıkları bu Hadise dayanmaktadır. Onlara göre;
Peygamberimiz
yükselmis, Âdem’den itibaren tüm peygamberleri görüp, konusmus,
Allah’a vasıl
olmus, namazla vazifelendirilmis ve geri döndügünde yatagı hâlâ sıcakmıs...
Bunları bu sekilde
anlattıktan sonra da miracı bedenen mi, yoksa ruhen mi yaptıgının
münakasasını
yaparlar. Fakat, bu olayların, kendi içinde bir devran oldugunu ve
yatagından çıkmamıs
bir insanın yatagının sıcak olması kadar tabii bir sey
olamayacagını,
akıllarına bile getirmezler. Insanın bir oldugunu, o bir olan insanın
Muhammed olarak
göründügünü ve bu gelis, gidisin Muhammed cismi içinde, yani
kendinden kendine
oldugunu anlayamazlar.
Miraçta Cebrail bir
yere kadar Hazret-i Peygamber’e refakat ettikten sonra, oradan
daha ileri
gitmesine izin olmadıgını ve ondan sonra yalnız gitmek zorunda oldugunu
söyleyerek
kendisini yalnız bırakmıstır. Cebrail, aklın mümessili oldugu için, kendi
hududunun Sidre-i
Münteha’sında kalmıstır. Hazret-i Muhammed’in bundan sonraki
ilerleyisini
saglayan Refref ’tir (Ask beygiri), yani asktır. Olayın bundan sonrası tıpkı
bir
radar gibi,
kendinden kendine olan bir alıs veristir. Onun için, geri döndügünde: ‘Beni
gören O’nu gördü’
demistir. Bu görüs aynen insanın aynada kendini görmesine benzer.
Ask, hudut
tanımamasına ragmen, bir yere gelindiginde: “Dur yâ Muhammed, Rabb’in
namaz kılıyor”
denmistir. Burada namazı kılan, dikkat edilirse Allah’tır, Muhammed
degildir. Âyette
de: “Allah ve melekleri peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler ona
salât edin, selâm
verin ve teslim olun” <33-56> dendigine göre, namazdan gaye; sılaya
kavusmaktır.
Insan, asktan
yaratılıp, aska miraç ettigi için Cebrail, akıl hududunun sonu olan sidre-i
münteha’ya
gelindigi zaman: “Ben bir adım daha atarsam yanarım” demistir. Çünkü, akıl
mahluk, ask
Hâliktir ve her sey o Hâlik’ten yaratılmıstır. Burada su soru akla gelebilir:
“Miraç olayı
kendinden kendine cereyan ettigine göre, Hazret-i Peygamber’in miracında,
yol gösterici
olarak Cebrail’e ihtiyaç var mıydı?” Vardı, çünkü kural; ikinin bir, birin iki
olması oldugundan,
arada, bir baglayıcı bulunması gerekir. Cebrail’in devreye giris
nedeni budur. Yani,
Cebrail, Muhammed ve Allah bir üçlü olusturmaktadır.
Niçin Miraç Edilir?
Biz, insan olarak
bu âleme gelinceye kadar geçirdigimiz safahattan, yani bu âleme
gelinceye kadarki
miracımızdan haberdar degiliz. Bu âleme geldikten sonra da yedi
yasına gelinceye
kadar sorumluluk tasımıyoruz, çünkü o yasa kadar iyi ile kötüyü ayırt
edecek akıl
seviyesine sahip degiliz.
Allah’ın, insanı
yaratmasının nedeni; onun iyi yetisip, kendisine iftihar vesilesi olmasıdır.
Böyle oldugunda O,
kulunu makam-ı Mahmud’a çıkartır ve Kendisi kuluna namaz kılmaya
baslar. Bunun
örnegi, miracında Hazret-i Muhammed’e: “Dur yâ Muhammed, Rabbin
namazdadır”
denmesidir.