17 Haziran 2012 Pazar

Cuma Hutbesi / Freitagspredigt


Freitagspredigten der DITIB

15.06.2012
Die nächtliche Himmelfahrt des Propheten (s.a.w.) – Mi’rādsch


بِسْمِ اللهِ الْرَّحمَنِ الْرَّحِيمِ
 سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الحَرَامِ
إِِلى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا
إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

Bismillāhirrahmānirrahīm
[Im Namen Allahs, des Erbarmers, des Barmherzigen]
“Gepriesen sei der, der seinen Diener (Muhammed) des Nachts von der Heiligen Gebetsstätte (der Kaaba) zur Fernen Gebetsstätte (zur al-Aqsa) gebracht hat, deren Umgebung Wir gesegnet haben, um ihm von Unseren Zeichen zu zeigen. Er ist wahrlich der wohl Hörende, der wohl Sehende.”

[Sure Isrā, Vers 1] 

Verehrte Muslime,

in der Nacht vom 16. auf den 17. Juni begehen wir nach islamischem Kalender den 27. Radschab und damit die Nacht der Himmelfahrt unseres Propheten, die Mi’rādsch-Nacht. In dieser Nacht wurde unser Prophet (s.a.w.) des Nachts von Mekka zur Al-Aqsa in Jerusalem gebracht und von dort in die Himmel. Eine Gunst, die Allah einzig unserem Propheten Muhammed (s.a.w.) hat zuteil werden lassen - und damit eine bedeutende Station und Erfahrung in seinem Leben.

Die Himmelsreise begab sich etwa anderthalb Jahre vor der Hidschra. Es war eine schwierige Zeit für den Propheten (s.a.w.) – sie sollte später auch eingehen in die Geschichte als “das Jahr der Trauer”: sein Onkel Abu Talib sowie seine Ehefrau Hatidscha (r.a.) waren verstorben, und die Mekkaner setzten der Gemeinde stark zu. Die Muslime waren hier einer derart starken Unterdrückung ausgesetzt, dass einige von ihnen sich zuletzt genötigt sahen, nach Abessinien auszuwandern, um den Repressalien zu entgehen. Eine solche Atmosphäre war es, in der Allah, der Erhabene, seinem Gesandten mit diesem Wunder Trost und spendete.

Über diese segenreiche Nacht, die eine Reihe von göttlichen Geheimnissen und Weisheiten in sich birgt, heißt es im Koran: “Gepriesen sei der, der seinen Diener (Muhammed) des Nachts von der Heiligen Gebetsstätte (der Kaaba) zur Fernen Gebetsstätte (zur al-Aqsa) gebracht hat, deren Umgebung Wir gesegnet haben, um ihm von Unseren Zeichen zu zeigen. Er ist wahrlich der wohl Hörende, der wohl Sehende.” [1]

Diese nächtliche Reise des Propheten, von der der Koran spricht und die darauf folgende Himmelfahrt sind beide wundersame Ereignisse, die sich jenseits der Grenzen von Zeit und Ort ereignet haben. Und wundersame Ereignisse lassen sich nicht mit dem Verstand erklären. So glauben auch wir bedingunslos an den Koran und den Überlieferungen des Gesandten, wie es seinerzeit Abu Bakr getan hat. Angesichts der Nachricht über dieses wundersame Erlebnis des Propheten (s.a.w.) fand er nur die Worte: “Wenn er es gesagt hat, wird es wahr sein!”

Verehrte Muslime,

zu den bedeutendsten Geschenken der Himmelfahrt für die Muslime gehört zweifelsohne das Ritualgebet (türk. namaz, arab. salāh). So ist uns das Ritualgebet unsere persönliche Himmelfahrt. Gleich unserem Propheten (s.a.w.), der bei diesem Ereignis auf Allah traf, trifft auch der Gläubige sich - wenn er sich zum Gebet aufstellt - im Geiste mit seinem Herrn – direkt und ohne Mittler. Und die Bedeutung des Ritualgebets für den Gläubigen beschreibt uns der Koran wie folgt: “Verrichte das Gebet! Denn das Gebet hält (die Menschen) ab von Schandbarem und von Übel. Wahrlich, das Gedenken Allahs ist das Größte (unter den Gottesdiensten)." [2]

Zudem wurden in dieser Nacht die letzten beiden Verse der Sure Bakara offenbart und den Menschen die Frohbotschaft gegeben, dass die Sünden derjenigen vergeben werden, die sterben, ohne Allah jemanden beigesellt zu haben. [3] 

Verehrte Gemeinde,

diese außergewöhnliche und segenreiche Nacht sollten wir Gläubigen als Anlass nehmen, um uns die Prinzipien nochmal vor Augen zu führen, die der Islam für uns aufgestellt hat und die der Menschheit Glückseligkeit verheißen, so denn sie befolgt werden. Zu diesen gehören, dass wir Allah niemanden beigesellen, Ihm keine Teilhaber zuschreiben und Ihm allein als unserem Herrn dienen. Dass wir die Eltern ehren, sie gut behandeln. Unseren Verwandten zu helfen sowie den Bedürftigen und den auf Reisen mittellos verbliebenen. Dass wir uns fern halten von außerehelichen geschlechtlichen Beziehungen (zinā) und unsere Kinder nicht töten aus Angst vor Armut. Dass wir niemanden töten zu Unrecht und uns nicht an den Rechten und dem Besitz der Waisen vergreifen. Dass wir gerecht vorgehen in Maß und Gewicht und nicht hinterherlaufen Dingen, die wir nicht kennen. Und dass wir nicht stolzieren auf Erden in Hochmut. [4]

Verehrte Gläubige,

eine solch bedeutende Nacht wie diese sollten wir daher nicht unbedacht verstreichen lassen und diese vielmehr als Gelegenheit nutzen auch, um unsere Dankbarkeit unserem Herrn gegenüber zum Ausdruck zu bringen. Dazu gehört auch, dass wir in dieser Nacht Gebete verrichten, den Koran lesen und Allah um Vergebung unserer Sünden bitten. Wir sollten uns selbst nochmal die Bedeutung dieser Nacht vergegenwärtigen und dieses Wissen auch weiter geben an unsere Nächsten.

An dieser Stelle wünsche ich Ihnen allen eine segenreiche Mi’rādsch-Nacht und hoffe, dass sie der islamischen Welt zu Einheit und Zusammenhalt gereicht sowie der ganzen Menschheit zu Frieden und Eintracht.

[1] Isrā, 17/1.
[2] Ankebūt, 29/45.
[3] Musnad, I, 422; Muslim, Imān, 279.
[4] Isrā, 17/22-39.

Predigtkommission DITIB Köln

15 Haziran 2012 Cuma

Din Görevlimizden Mirac Kandiline özel güzel bir bilgilendirme daha...



Kandilimiz tüm müslüman kardeslerimize mübarek olsun...


MİRAÇ KANDİLİ
Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden birisidir Miraç Gecesi. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden tertemiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın (a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır:

“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)
Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle' anlatılır:
“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)
Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.
Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
Süleyman Çelebi'nin dediği gibi

“Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah...

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa'nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”

Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi'râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...

Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?
Soru: “Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?”

Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Bir insan nasıl göklere çıkabilir?
Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”

Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi sadece bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?

Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?
Soru: "Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"

Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.

Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.
Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'1-Me'vâ'nın gövdesi olan Sidretü'l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.

Peygamberimiz Miraça sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?
Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"

Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn'dır.

Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?

Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.

Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.

İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Burak'a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Miraçın benzeri bir olay var mıdır?
Soru: "Peygamberimizin Miraça çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"

Miraçın çok örnekleri vardır:
Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.
Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.
İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraçla kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.

Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü'minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimizin bir anda Miraça çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.
Miraçla gelen hediyeler:
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü'min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü'minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.
Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi ve beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.

Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü'minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin" dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.

Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlahiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler halinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var: 

1. Kur'an–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekanlarda Kur'an ziyafetleri verilmeli; Kelamullah'a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli. 

2. Peygamber Efendimiz (sas)'e salat ü selamlar getirilmeli; O'nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli. 

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli. 

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah'ın benden istekleri nelerdir” gibi konular başta olmak üzere hayata dair  meselelerde derin düşüncelere girmeli. 

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plan ve programı çizilmeli. 

6. Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı. 

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı. 

8. Mü'minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı. 

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli. 

10. Kişi kendine ve diğer Mü'min kardeşlerine hatta isim zikrederek dualar etmeli. 

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlakı yerine getirilmeli. Başta varlık sebebimiz olan anne ve babalarımızı ziyaret edip elleri öperek hayır dualarını alınmalı.Anne-baba,akraba ve büyüklerimizi ziyaret edip ellerini öpmek mümkün değilse telefonla veya diğer iletişim araçlarını kullanarak dualarını almalıyız.Ahirete intikal etmiş olan yakınlarımızı rahmetle anarak,hayır ve dua ile ruhlarını şad etmeliyiz.
Hayatı paylaştığımız insanların hepsi ile hiçbir ayrım yapmaksızın tebrikleşmeli muhabbet ve hürmetlerimizi kendilerine ifade ederek;Kutsal bir gecede,Kutsal mekan ve kutsal makamlarda uruç etmiş olan Kutsal bir Peygamberin „İman etmedikçe cennete giremezsiniz,birbirinizi sevmedikçe de gerçek manada bir mü’min olmazsınız....“ sözüne kulak verenlerden olmuş oluruz.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli. 

13. O gece ile ilgili ayetler, hadisler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı. 

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va'z ü nasihat dinlenmeli; 

15. Bütün vakitlerde namazlar cemaatle ve camilerde kılınmalı ancak özellikle Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınması için gayret gösterilmeli. 

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevi iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk'a niyazda bulunulmalı. 

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli. 

18. Hayattaki manevi büyüklerimizin, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli. 

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

Dualarınıza muhtaç kardeşiniz Fuat Keskin



MIRAC KANDILI

  Wiesbaden DİTİB Merkez Camii
Din Görevlisi Fuat KESKİN'in Mirac Kandili'ne özel yazisi 

Malumlarınız Mübarek Recep ayının 27.gecesi (16 Haziran2012 Cumartesi gününü 17 Haziran 2012 Pazar gününe bağlayan gece) Miraç Kandilidir.Bu vesile ile Sizlerin,efrâd-ı ailenizin ve sevdiklerinizin Kandilini en kalbi duygularımla tebrik ederim.Yüce Allah dualarımızı dergahında şimdiden kabul eylesin.Bu mübarek gün ve gecelerin feyz ve bereketinden istifade etmeyi hepimize nasip eylesin.


Allah yar ve yardımcımız olsun.
Selam ve muhabbetlerimi arz ederim...



raç
- Miraç Ne Demektir?
 - Miracı Nasıl Anlamak Gerekir?
 - Miraç Nasıl Gerçeklesir?
 - Peygamberin Miracı Nasıl Olmustur?
 - Niçin Miraç Edilir?

MIRAC  Ne Demektir?
Kelimenin lügattaki karsılıgı: Hazret-i Peygamber’in Allah’la görüsmesi; Ruhun
yükselmesi; Merdiven’dir. Miraç, tasavvufi bakımdan farklı cümlelerle tarif edilebilirse de,
kısaca: “Insanın kemalâtının yükselmesi” olarak anlasılır.
Miraç, kabaca: göge çıkmak, kanatlanmak, her tarafa ulasmak olarak tarif edilse bile,
esası; kâinatı kapsayacak sekilde küresel bir genisleme ve kâinatı kafanın içine sıgdırma
olayıdır. Bu da, kisinin; basiret adı verilen akıl ve nur gözlerinin açılması ve kendini
kâinatla bir noktada toplaması veya baska bir deyimle, içindeki kâinatı müsahede
etmesi demektir.
Bir insan için miraç, ilahi âleme uruc etmek demektir. Uruc denince çok kimse bunu
kanatlanıp, uçmak zanneder. Halbuki, bu uçma, insanın fikirlerinin yükselmesi,
yücelmesidir.
Tuttu dostum elimden aldı beni
  Dünyaya gelmek hüner degildir

ifadesi de aynı anlamdadır. Buradaki yükselme de fikren, yani düsüncelerin güzellesmesi
seklinde olacaktır. Bu husustaki yanılma; sema kelimesiyle neyin kastedildiginin
bilinmemesinden ve semanın gökyüzü olarak algılanmasından kaynaklanır. Gökyüzü;
fezadır, yokluktur, sema ise; insanın zekâ ve fikir âleminin yüksek seviyeleridir.
Yükselinen sema budur. Zaten, biz de oradan geldik.
Miraç etmek, ilim semasında yükselmektir. Zahir ulemasının dedigi gibi göge çıkmak
degil... Onların anladıgı sema, insandaki semanın yansımasıdır. Çünkü, çok mükerrem
olarak yaratılan insandır, kâinat degil... Buraları bu sekilde anlayamayanlar, bu konuda
hiç bir seyi dogru dürüst anlatamazlar.
Miracın, enfüsî ve âfakî olanı vardır. Enfüs te, âfak ta Allah’ın olduguna göre, uruc eden, miraç eden Allah’tır. O’ndan baska mevcut olmadıgına göre: “Bugün dininizi
tamamladım” <5-3> Allah’tan olmustur.
Enfüste, zuhur karsılıklı olursa; mürsit, mürit arasındaki alısveris meselesi ortaya çıkar
ki, bu da Mescid-ül Haram ve Mescid-ül Aksa iliskisine benzer. “Hakiki uruc; mürsid-i
kâmilin kendi âzâ ve kuvâsında seyrinden ibarettir” dense, yanlıs bir sey söylenmis
olmaz. Çünkü, onun kâinatı: “Kâinat bir ceset ruhu Mevlâna” mısraındaki gibidir. Iste,
miracın en kısa açıklaması budur.

Miracı Nasıl Anlamak Gerekir?
Miraç keyfiyeti, akılla kolayca ögrenilebilecek ve anlasılabilecek bir sey degildir. Çünkü,
zahir ulemasının dedigi gibi, bir uçma olayı degildir. Miraç; insan düsüncelerinin iyice
berraklasması ve ruh halini alması demektir. Düsünce, bu hale gelirse insan uçabilir.
Katılık âlemindeki insan, yaptıgı madeni uçakları uçurabilir, hatta kendi de onların içine
girip uçabilirken, tamamen latif hale gelmis olan ruh uçmaz mı? Tabiatıyla uçar. Bunu,
suyun buz olarak kaldıgı sürece uçamamasına, ama kaynatılıp, buhar haline
getirildiginde uçmasına benzetmek mümkündür. Insan da ruh haline gelebilirse, kolayca
uçabilir. Ruh, zaten uçmaktadır. Uçan ruh nereye gider? Kendine uyum saglayan yere
gider ki, bu da aynı uyumu saglayan kimselerdir.
Allah: “Insanı güzel surette yarattık” <95-4>, “Sonra onu asagının asagısına attık”
<95-5> âyetleriyle: “Sizleri latif âlemin malı olarak yarattım, sonra en alt mertebe olanbu katı âleme attım” dedikten sonra, bize: “De ki biz Allah’tan geldik ve sonunda O’na
dönecegiz” <2-156> dedirtmek suretiyle de tekrar bu merdivenleri çıkıp, o âleme
gidecegimizi bildirmektedir. Bu kesafet âleminde aslınızı unuttugunuz için, bildirici
göndererek ne oldugumuzu ögretmekte, çıkarken zorluk çekmememiz için de: “Ölmeden
evvel ölünüz” diye ilave etmektedir.
Kâinat bir cesettir. Içinde yasayan insandır, biziz!.. Her taraf bizimdir. Onun için, bir
anda Hakk’a ulasabiliriz. “Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz ki onların hak
oldugunu açıkça görüp anlayabilesiniz” <41-53> âyeti geregince enfüs te, âfak ta O
olduguna göre, nasıl kendinden kendine miraç etmez? Miraç, merdivendir. Bu
merdivenin en üst basamagına (mertebesine) çıkan da, en alt basamagına inen de
Kendi’dir.
Biz asagıdan yukarıya mı çıktık, yukarıdan asagıya mı indik, yoksa ikisi arasında mı
kaldık? “Sonra iyice yaklasıp sarktı” <53-8>, “Araları iki yay kadar veya daha az kaldı”
<53-9> âyetine göre biz; yukardan asagıya, letafet âleminden kesafet âlemine geldik.
Daha önce letafet âlemindeydik.
Latif âlemde, beseriyetin aklının erdigi yerlere birer isim konmustur. Ama daha ötesini
Kendi’nden baskası bilmedigi için, onlara “Ilahi âlemler” denip geçilmistir. Beseriyetin
idrak edebildigi yerlere mertebe denmistir. Bunlardan en asagıda olanı Nasut’tur. Bunun
özeti de insandır. Bu bes mertebenin besi de insandır. Bes vakit namaz konmasının
nedeni de, bu bes mertebeyi anlatabilmektir. Bes mertebeyi hatmeden insan, uruc edip,
geri dönmüs, yani miracını tamamlamıs ve geri döndügünde de: “Beni gören O’nugördü” demeye hak kazanmıstır. Allah herkese nasip etsin!...
Miraç, enfüsle âfakın birlesme noktasıdır ki, buna biz: “Cem noktası” diyoruz. O noktada,
kisinin kendinden eser kalmamıstır. Sadece O vardır ve O da bir nokta halindedir ki,
Hazret-i Ali’nin: “Kâinatın özeti” diye nitelendirdigi Nokta-yı tahtelbâ budur. Onun: “Bu
noktada kâinat dürülüdür” dedigi, dürülü olan sey ise, akıl nurudur.
Insan, aklını gelistirdikçe uruc eder. Urucun sonuna miraç (Cem noktası) denir. Bundan
sonra tekrar avdet edilir. Miraçtan dönmüs olanlara: “Mercu” denir. Rücu, yükselen akla
“Geri dön” emri verilmesi demektir. Urucun basındaki ayın harfi, rücuda sona geçmistir
ki, bu aynen yürüyüs yapan askerlere “Geri dön” emri verilmesi gibi bir durumdur. Uruc
ve rücu kelimelerindeki harfler aslında birer insandır ve kelimeyi meydana getirebilmek
için sıralanmıslardır.
Uruc ve rücu, birbirinin zıttıdır, ama bu zıtlık sonuçta aynı kapıya çıkar. Zıtlıgı, urucun
basındaki ayın harfinin miraçtan sonra sona geçmesinden dolayıdır. Ama, urucun râ’sının
rücu’da basa geçmesi, neticede her ikisinin de aynı noktada bulustugunun
göstergesidir. Bu durumda rücu, miraçtan sonrası için geçerlidir ki, bu da: “Her çıkısın bir
inisi vardır” kuralının geregidir.
Miracı dörde ayırmıslardır. Piramidin tepe noktası Allah’tır. Arapça’da Allah kelimesinden
bir elif kaldırıldıgında lillâh olur, lillâh’tan bir lâm kaldırılırsa lehû, ondan bir lâm daha
kaldırılırsa da geriye Hû kalır ki, bunlar da mertebelerdir demistik.
Miraç; aslına kavusup, aslında fenâ bulmak olduguna göre, her canlının, hatta cansız
diye nitelendirdiklerimizin bile bir miracı vardır. Yani her canlının amacı, kendini kendinde
bulmaktır. Örnegin: Bir bugdayı ele alalım. Ektigimiz zaman önce alaz verir. Sonra o alaz
sararıp, kururken sap çıkar. Sap ta büyür, tanelerini meydana getirir, sararır, koparılıp,
ögütülerek tanesinden ayrılır. Sapı da saman olur. Böylece, bugdaydan tekrar bugday
meydana gelmesine: “Bugdayın miracı” denir.
Cansız farz ettigimiz bir seyin miracına örnek olarak, su sehpayı ele alalım. Bu sehpa,
sehpa olmazdan önce suntaydı. Daha önceleri de sırasıyla; kalas, kütük, tomruk, agaç,
fidan, ve nihayet gayb-ül guyûb, yani bir tohumdu. Tohumun ne oldugunu, ancak
meydana çıkıp, agaç olduktan ve meyvesini verdikten sonra, çekirdegini görünce
anlayabiliyoruz. Iste bir sehpanın dahi geriye gidilerek aslına kavusturulması olayı bir
irfaniyet, yahut sehpa için miraçtır.
Keza, bir tohumun yere düsüp, filizlenmesi, gelisip, agaç olması, meyve ve tekrar tohum
vermesi de, onun miracını tamamlaması, yani namazını kılıp, Fatiha’sını okuması, yahut:
“Bugün dininizi tamamladım” <5-3> demesi demektir. Bu kural insan da dahil olmak
üzere her sey için geçerlidir. Ancak, insanda digerlerinden farklı olan tarafı, bilinçli
olmasıdır. Çünkü, insan, mevalid-i selâseden geçerek insan halini almıstır. Biz de evvela
tas âlemindeyken, oradan bitki, sonra hayvan ve daha sonra insan âlemine geldik. Bu
âlemde de yine gıdamız topraktan, yani birinci mertebeden gelmektedir. Bu ilk mertebe
adeta anamız gibidir. Hem bizi meydana getirmistir, hem de gıdamızı saglamaktadır.
Tıpkı annemizin bizi dogurup, kendi sütüyle beslemesi gibi...
Miracın insanda farklı oldugunu söyledik. Bu farklılık insanda akıl nuru ve idrak melekesi
olmasından dolayıdır. Insan mertebe-i cem’de Kendi’ni bulur, ama Allah, onu tekrar
kalıbına döndürür. Bu ikinci dönüs, bilinçli bir dogustur ve kalıp ta artık eskisi gibi
bilinçsiz bir kalıp degil, bilinçli bir kalıptır ki, buna tasavvuf dilinde: “Ruh-u Izafi”
denmektedir.
Tasavvuf dilinde, dünyaya gelis keyfiyetine: “Kavs-i nüzulî” denir. Efendi’nin yaptırdıgı
miraca: “Kavs-i urucî” adı verilir. Miraçtan sonra kalıba dönmeye ise: “Kavs-i hubutî”
denir, çünkü bu bilinçli bir dönüstür. Eger kavs-i hubutî gerçeklesmez ve kavs-i urucî’nin
tepesinde kalınırsa, o zaman, “Meczubiyet”ten bahsedilir. Cem mertebesinin tezahüratı
olan bu davranısın nedeni; bu mertebede halkıyet olmaması ve kisinin mahviyette
kalarak, sahv’a ugraması, böylece de insanlık âlemindeki durumunu kaybedip, Allah’ın
istedigi sekilde yasar hale gelmesidir. Kisi sonunda sahva gelir, insanlık âleminde uyanır
ve kendini bilirse, yani insanlık âlemine geri dönerse, o zaman, ricat ettigi için: “Seyh-i
Mercu” diye anılır. Daha sonra yine gidilecektir. Zaten hayat gelip, gitmekten ibaret degil
midir?
Geri dönüsün amacı; birini daha uyandırıp, yukarıya kaldırmaktır ve bu isi yapmak, o
kisinin görevidir. Böyleleri, etraflarında toplananları uyarıp, ilmen en yüksek mertebelere
kadar çıkarırlar. Ama, bu çıkıs ilmendir. Içlerinden Allah’ın takdir ettigi bir veya bir kaçı,
ögrendiklerinin içinde yasayarak: “Oldum” degil, “Öldüm” diyebilir.
O halde miraç: Daha sonra hakikat bahsinde teferruatlı olarak anlatacagımız, akreple,
yelkovanın üst üste gelip, birlesmesi olayıdır. Onun için Peygamberimiz’e miracında: “Dur
yâ Muhammed Rabb’in namaz kılıyor”, yani “Namaz kılan sen degilsin, benim” denmistir.
Bunun üzerine de: “Allah ve melekleri peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler ona
salât edin, selâm verin ve teslim olun” <33-56> âyeti gelmistir. Bu duruma göre namaz;
yatıp, kalkmak degil, Allah’a teslim olmak demektir.

Miraç Nasıl Gerçeklesir?
Miraç, Allah isterse kevni de olabilir. Ama, genel anlamıyla enfüsi, yani iç âlemi
ilgilendiren bir keyfiyettir. Çünkü, miraç eden gönüldür.
Miraç olayını bir balonun yükselmesine benzetebiliriz. Balonun yükselmesi için safrasının
atılması gerekir. Agırlıklar atıldıkça balon yükselir. Insanda safraya karsılık neyin
atılacagını buraya kadar ögrendik. Balonun inmesi için de havasının bosaltılması gerekir.
Bu inise de: “Hubut” denir.
Miraç; insanın düsüncelerinin yükselmesi, hubut ise; inmesi demek oldugu için: “Âdem
cennetten hubut etmistir” denir. Bunun anlamı; düsünceleri, yüksek âlemden, asagı
âlemlere, yani cennetten dünyaya inmistir demektir. Burada insanın aklına: “Cennet
neredeydi” sorusu takılır. Cennet, onun düsüncelerindeki varlıktaydı. Âdem o varlıktan
uzaklasıp, dikkatini kendi bedenine çevirince, Allah’tan uzaklasmıstır
Uruc ve miraçta beden yoktur. Eger olsaydı, Âdem, cennetteyken de bedenini görüp, örtünme zorunlugunu hissederdi.
Uruc ve hubut kelimeleri birbirinin zıttıdır. Arapçada aynı anlamı içeren diger iki kelime:
Suûd ve Nüzul’dür. Bunlar da çıkma ve inme anlamlarına gelir, ama uruç ve hubuttaki
çıkıp, inme bilinçli oldugu halde, suûd ve nüzuldeki çıkıs ve inis bilinçsizdir. Onun için
Peygamberimiz miraçtan sonra hubut etti denir, nüzul etti denmez. Buna karsılık Kur’an
nazil olmustur, yani bilmeyenlere inmistir.
Uruc dedigimiz yükselme; ruhun tealisiyle, yani bedenden çıkıp göge yükselmesiyle
degil, iç âlemde gerçeklesir. Kisi, ilmini ne kadar genisletirse, mertebesi de o kadar
yükselir.
Bu durumu, askerligi misal vererek basit bir sekilde anlatmak mümkündür. Asker
denince, erden generale kadar tümü askerdir, ama er ile general aynı mıdır? Tabii,
degildir. Çünkü general, er gibi ferd-i müfred (basit bir birey) degil, ferd-i camidir, yani
binlerce ere bedel bir ferttir. Iste, insan da, bilgisi arttıkça, Allah’ın lütf u keremi ile daha
yüksek rütbelere ulasır ve ferd-i cami halini alır. Miraçtaki bu yükselme, küresel bir
genisleme seklindedir. Bu nedenle, miraç etmis bir kimse her seyi kapsadıgı için,
kendisine sorulan her soruya cevap verebilir.
Bunu anlayabilmek için kitap okumak yeterli degildir. Bizzat yasamak gerekir. Onun için
bir siirimde:
Hakk bilinmez ger okunsa bin kitâb
Mutlaka mürsit gerek, eyle sitab
diye yazmıstım.
Herkesin miracı birbirinden farklıdır. Bu kural, peygamberler için de geçerlidir, salikler için
de...
Âdem’in miracı; Nuh’un, Ibrahim’in, Yunus’un veya Musa’nınkiyle aynı degildir. Âdem;
aglayarak, Nuh; tufanla, Ibrahim; atese atılmakla, Musa; Tuvâ Vâdisi’nde basından
geçenlerle, Yunus; balık karnında, Yusuf ise; zindanda kalmakla miracını tamamlamıstır.
Onun için, kimsenin sülûkî miracı da bir baskasınınkine benzemez. Herkesin miracı
kendine hastır.
Kitaplarda, Peygamberimiz’in, miraçta Allah’la doksan bin kelam ettigi yazılıdır. Namazın
da, Peygamberimiz’in miraçtan dönüsünden sonra kondugu bilinmektedir. Buralar isin sır
noktalarıdır ve ancak yasayanlar bilir. Bu sırları açıklamaya kalkanlardan, hayatını
kaybedenler çoktur. Çünkü, bunları yasamayanların anlaması ve kabullenmesi
imkânsızdır. Bu nedenle ehl-i tasavvufa, kendilerini saklamaları tavsiye edilir. Kime
nasipse, onlar baglanırlar. Bütün varlık Allah’ındır ve O’ndan baska varlık yoktur. Bu
nedenle kimse kendine varlık vermemeli, “Oldum” dememelidir. Kula yakısan olmak degil
ölmektir. Olmak, Allah’a yakısır. Allah, bazı noktalar için: “Sırdır” demisse, bize bu sırrı saklamak düser. Açıklarsa, O açıklar.
Birbirine zıt olan dört unsur insanda birlesmis ve hayatı meydana getirmistir. Örnegin:
su ve ates birbirinin etkisini yok ettigi halde, insanda böyle olmamakta, su atesi
söndürmemekte ve: “Zıtlar birlikte toplanamaz” kuralına ragmen insanda
birlesebilmektedir. Çünkü, “O iki denizi birbirine kavusmak üzere bırakıverdi, aralarında
birlesmelerini engelleyen bir berzah vardır” <55-19, 20> âyeti, âfaktaki gibi, enfüste de
caridir. Bu etki sonucu insanda; nese, zevk, bahtiyarlık, derman, genislik, inançlılık
ortaya çıkar ve kisiyi; “Kendimden baskası yok” düsüncesine götürür. Ancak bu
düsünce, ferdin yok olup, Hakk’ın baki kalmasını müncel olur. Geriye sadece Hakk
kalınca, her sey yerli yerine oturur, her seyin hakkı verilir. Neticede, insan, burada da
eski âlemindeki nesesini bulur. Iste: “Kalple ikrar, dille tasdik” dedikleri budur.
Kalp; âlem-i gaybe, lisan ise; âlem-i sühuda ait oldugu için, kalben ikrar; kâlû belâ’daki
hali, lisanen tasdik te; bu âlemdeki hali kabul ve onaylama anlamına gelir ki, bu: “O öyle
bir Allah’tır ki kendinden baska ilâh yoktur, gaybı ve asikârı bilir, o rahmanürrahimdir”
<59-22> âyetinin sırrına ermis olmak demektir. Anlamı: “Rahman ve Rahim’i dısarda da
müsahede ettik ve kâlû belâ’dakinin aynı oldugunu gördük”, yahut: “Içimizdeki kâlû
belâ’yı dısımıza çıkarttık” demektir. Böyle yapmakla: “Allah’a itaat edin, Resul’üne de
itaat edin” <64-12> gerçeklestirilmis, yani hem içteki Allah’a, hem de bu âlemdeki
Peygamber’e secde edilmis olur ki, namazda secdenin çift olmasının nedeni budur.
Kur’an’da da, kelime-i tevhit: “lâ ilâhe illallah muhammeden resûlullah” (Allah’tan baska
ilah yoktur, Muhammed O’nun resûlüdür) söylenmeden, yani Muhammed’i kabul
etmeden, selamete çıkmanın veya Müslüman olmanın mümkün olamayacagı
belirtilmektedir.
 Miraç konusunu, ehl-i seriatın ve kendisi miraç etmemis ehl-i hakikatin, tam anlamıyla
bilip, kavraması mümkün degildir. Bu nedenle bir kısmı bedeniyle uçtu derken, bir kısmı
ruhuyla uçtu diye açıklamaya çalısırlar. Allah, hem madde, hem mana âlemine hakimdir
ve hâdistir. Ind-i Ilahi’de (Allah’ın indinde) “Kün” dedigi anda, manadan madde
yapmaktadır. Bu olayı: “Yoktan var etti” diye anlatmaya çalısmak hatadır. Çünkü, yoktan
var olmaz. Var olan, manada var olandan meydana gelmistir. Bu isin göz açıp
kapayıncaya kadar bir süre içinde oldugunu Allah, Peygamberimiz’e miraçta göstermistir.
Bunu akılla izah etmek ve akla kabul ettirmek mümkün olmadıgı için tevile gidilir. Hazret-i
Ibrahim’in atese atılması olayı da bunun gibidir.
Herkes, nasıl olsa geldigi yere dönecektir. Bu isin bu âlemdeyken olmasına “Miraç”
denir. Çünkü gidip, yine geri gelinmektedir. Bunun gerçeklesebilmesi de nasip
meselesidir. Nasıl, ersiz ordu olmazsa, avamsız cemiyet olamayacagını da kabul etmek
lazımdır.
Bir insanın miraçtan, miraç ettiginden bahsedebilmesi için; önce uruc etmesi, sonra da
daireyi tamamlayarak, ilk baslangıç noktasına dönmüs olması gerekir. Zaten seyr-i sülûk
denen de bu, yani bir noktanın devrini tamamlayıp, daire seklinde görünmesidir. Buna:
“Hayat-ı ebedi” denir.
Hepimiz, milyonlarca yıl önce bir noktaydık. Geldik ve yine oraya gidiyoruz. Bu gelis,
gidisi: “Hayat” dedigimiz bu kısa süre içinde kafamızda gerçeklestirebilirsek ne mutlu
bize... Lahût, melekût, ceberût denen âlemler bu devran esnasında geçilen âlemlerdir.
Nokta diye bahsedilen varlık ta, insandan baska bir sey degildir. “Adını Âdem koyup,
emretti secde Âdem’e” dedigim de bu noktadır.

Peygamberin Miracı Nasıl Olmustur?
Miraç keyfiyeti Kur’an’da: “Kudretimize ait bazı âyetleri göstermek için kulunu gece vakti
Mescid-il Haram’dan etrafına bereket verdigimiz” <17-1> ayetiyle baslanarak anlatılır.
Burası çok mühimdir. Çünkü, miracın; iç âlemle, dıs âlemin vahdeti (birlesmesi) oldugunu
ifade eder. Rüyet, bu keyfiyetin sonucudur.
Iç âlem, yani gönül âlemi çok genis, buna karsılık dıs âlem çok dardır. Iç âlemin özeti;
Kalb-i Muhammedî, yani Mescid-ül Haram’dır. Bunun âfaktaki karsılıgı ise Mescid-ül
Aksa’dır. Enfüs te, âfak ta kendisi oldugundan, miraçtaki gezinti de kendinden kendine
olmustur.
Hazret-i Peygamber’in miracı, kendi vücudunda dolasmasıdır. Kâinat onun vücudu
(bedeni), enfüs te kendi ruhu oldugundan, bu ikisinin birlesmesi O’nun miracı olmustur.
Bu yüzden kendisine sorulan tüm sorulara hiç tereddüt etmeden cevap verebilmistir.
Kâinatla, ruhun vahdetine Hakk denir. Bunu: “Enfüsle âfakın veya kâinatla insanın
vahdeti Hakk’tır” diyerek de ifade edebiliriz. “Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz
ki onların hak oldugunu açıkça görüp anlayabilesiniz” <41-53> âyeti bunu ifade eder.
Bizim buraları anlayamayısımızın nedeni, ayrı görüyor olmamızdır. Bedenden
kolaylasıverir.
Miraçta Hazret-i Peygamber’in görüstügü peygamberler, O’nun geçtigi mertebeleri ifade
eder. Her mertebe bir insanın hasroldugu basamaktır. Insan ancak o basamakları
tırmandıktan sonra aslına kavusabilir. Onun için salikler de, egitimleri süresince sabırlı
olup, her mertebenin hakkını vererek ilerlerler. Kimse bir anda bir yere ulasamaz.
Peygamberimiz miracında Allah’ı görmüstür. Onun için Mevlid’te de:
Asikâre gördü Rabb-i izzeti
Ahirette öyle görür ümmeti
denmektedir. Bu ifade, biz ahirete gidinceye kadar beklemeden, dünyayı ahiret yaparak
bu âlemde de Allah’ı görebiliriz anlamına gelir. Bu nasıl olur? “Ölmeden evvel ölünüz”
kuralını gerçeklestirerek...
Zahir uleması, “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”ı söylemelerine
ragmen bunun ne ifade ettigini tam ve dogru olarak anlayamadıkları için, miracı da
kavrayamazlar. Isin esası, O’nun kendi kendineyken, kendinde gezmesidir. Çünkü,
kâinat, O’nun, yani Hazret-i Peygamber’in cesedi durumundadır. Onun için de miraçta,
kendi ruhu kendi cesedinde dolasmıstır. Eger böyle olmasaydı: “Ben Âdem’in
hamurunda vardım” diyebilir miydi?
Var olan, ruh olan O’dur. Kâinat ise, O’nun cesedidir. Cismen kendinde buldu, ayna olup,
uyandı ve yine kendi kendine ayna oldu. Bana bunu rüyamda:
Ayinedir bu âlem her sey Hakk ile kaim
Mir’at-ı Muhammed’ten Allah görünür daim
beytiyle anlattılar. Onun için miraç: Kendi’nin Kendi’ne ayna olması ve Kendi’ni Kendi
aynasında görmesinden ibarettir ki, bunu da bir baska siirimde:
Kendini kendinde bulur
Mutlak iken nokta olur
Âdem imis mazhar-ı Hakk
diyerek anlatmaya çalısmıstım.
Iste, zahir ulemasının anlayamadıgı ve anlayamadıgı için de hem inanıp, hem
inanamadıgı miraç olayı budur. Bunu anlatmakta zorluk çekislerinin bir nedeni de, bana
da söyledikleri gibi: “Aman, daha ileri gitme kâfir olursun” korkusudur. Halbuki, her sey
O’dur, Kendi’dir. Nasıl biz istedigimiz anda kendi bedenimizde geziyor, istedigimiz yeri
kasıyor veya oksuyorsak, O da aynı seyi yapmıstır. Yukarda anlattıgımız sakk-el kamer
olayı da bunun gibidir.
Peygamberimiz’in, miracını seriat kitapları özet olarak:
Bir gece yattıktan sonra Cebrail geldi. Gögsümü yardı. Kalbimi çıkardı. Temizledi. Içine iman
doldurup tekrar yerine koyduktan sonra ‘Bunun adı Burak’tır’ diyerek bir binit getirdi. Ben
bunun üzerine bindim ve Cebrail’le beraber yükselerek semaya ulastık. Semanın her
katında, davet edilip edilmedigim sorulduktan ve Cebrail her seferinde edildigimi söyledikten
sonra, birinci semada Âdem, ikinci semada Yahya ve Isa, üçüncü semada Yusuf, dördüncü
semada Idris, besinci semada Harun, altıncı semada Musa, yedinci semada Ibrahim ile
karsılasıp selamlastım. Daha sonra, bana, ötesine kimsenin geçemeyecegi sidre-i münteha,
dört nehir ve Beyt-i Mamur gösterildi. Bana sarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. Ben
süt dolu olanı aldım. Sonra bana günde elli vakit namaz emrolundu.
Dönüste Musa ile karsılastıgımda ne emrolundugunu sordu: Söyledim ve bana bunun çok
oldugunu azaltılmasını istememi söyledi. Önce kırka, sonra sırasıyla otuza, yirmiye, ona ve
nihayet bese inmesini Allah kabul etti. Musa daha da azaltılmasını iste dediyse de ben, artık
yüzüm olmadıgını söyledim ve günde bes vakitte kaldı.”
diyerek anlatmıstır.
Zahir ulemasının miraç hakkında anlattıkları bu Hadise dayanmaktadır. Onlara göre;
Peygamberimiz yükselmis, Âdem’den itibaren tüm peygamberleri görüp, konusmus,
Allah’a vasıl olmus, namazla vazifelendirilmis ve geri döndügünde yatagı hâlâ sıcakmıs...
Bunları bu sekilde anlattıktan sonra da miracı bedenen mi, yoksa ruhen mi yaptıgının
münakasasını yaparlar. Fakat, bu olayların, kendi içinde bir devran oldugunu ve
yatagından çıkmamıs bir insanın yatagının sıcak olması kadar tabii bir sey
olamayacagını, akıllarına bile getirmezler. Insanın bir oldugunu, o bir olan insanın
Muhammed olarak göründügünü ve bu gelis, gidisin Muhammed cismi içinde, yani
kendinden kendine oldugunu anlayamazlar.
Miraçta Cebrail bir yere kadar Hazret-i Peygamber’e refakat ettikten sonra, oradan
daha ileri gitmesine izin olmadıgını ve ondan sonra yalnız gitmek zorunda oldugunu
söyleyerek kendisini yalnız bırakmıstır. Cebrail, aklın mümessili oldugu için, kendi
hududunun Sidre-i Münteha’sında kalmıstır. Hazret-i Muhammed’in bundan sonraki
ilerleyisini saglayan Refref ’tir (Ask beygiri), yani asktır. Olayın bundan sonrası tıpkı bir
radar gibi, kendinden kendine olan bir alıs veristir. Onun için, geri döndügünde: ‘Beni
gören O’nu gördü’ demistir. Bu görüs aynen insanın aynada kendini görmesine benzer.
Ask, hudut tanımamasına ragmen, bir yere gelindiginde: “Dur yâ Muhammed, Rabb’in
namaz kılıyor” denmistir. Burada namazı kılan, dikkat edilirse Allah’tır, Muhammed
degildir. Âyette de: “Allah ve melekleri peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler ona
salât edin, selâm verin ve teslim olun” <33-56> dendigine göre, namazdan gaye; sılaya
kavusmaktır.
Insan, asktan yaratılıp, aska miraç ettigi için Cebrail, akıl hududunun sonu olan sidre-i
münteha’ya gelindigi zaman: “Ben bir adım daha atarsam yanarım” demistir. Çünkü, akıl
mahluk, ask Hâliktir ve her sey o Hâlik’ten yaratılmıstır. Burada su soru akla gelebilir:
“Miraç olayı kendinden kendine cereyan ettigine göre, Hazret-i Peygamber’in miracında,
yol gösterici olarak Cebrail’e ihtiyaç var mıydı?” Vardı, çünkü kural; ikinin bir, birin iki
olması oldugundan, arada, bir baglayıcı bulunması gerekir. Cebrail’in devreye giris
nedeni budur. Yani, Cebrail, Muhammed ve Allah bir üçlü olusturmaktadır.

Niçin Miraç Edilir?
Biz, insan olarak bu âleme gelinceye kadar geçirdigimiz safahattan, yani bu âleme
gelinceye kadarki miracımızdan haberdar degiliz. Bu âleme geldikten sonra da yedi
yasına gelinceye kadar sorumluluk tasımıyoruz, çünkü o yasa kadar iyi ile kötüyü ayırt
edecek akıl seviyesine sahip degiliz.
Allah’ın, insanı yaratmasının nedeni; onun iyi yetisip, kendisine iftihar vesilesi olmasıdır.
Böyle oldugunda O, kulunu makam-ı Mahmud’a çıkartır ve Kendisi kuluna namaz kılmaya
baslar. Bunun örnegi, miracında Hazret-i Muhammed’e: “Dur yâ Muhammed, Rabbin
namazdadır” denmesidir.